Daha 16 yaşındaydı küçük kız. 23 Ekim’de meydana gelen depremde hayatının en acı ve korkunç günlerini yaşamıştı.
O gün annesini son kez öptüğünü bilseydi, onu hiç bırakmadan “ölüme beraber gidelim” derdi. Hayatı boyunca unutamayacağı o manzarayı görünce, annesinin cesedi başında bir kere daha başına yıkılmıştı o koca şehir. Sokaklarda ağlayarak babasını aramak için oradan oraya koşturan küçük kız, sanki bir dehşetin içine düşmüştü. Yerle bir olan Tabanlı Köyü’nde feryatlar, ağıtlar, enkaz çalışmalarının gürültüsüne karışıyordu. Caddelerde kimliği belirlenmeyi bekleyen cesetleri, cenazesinin başında ağlayan insanları gördükçe, küçücük yüreği tir tir titriyordu. Yerle bir olan evlerinin önüne tekrar geldi. Enkaz altındaki babasına ulaşmaya çalışan ekiplerin çalışmalarını yaşlı gözlerle izliyordu. Aradan saatler geçti. Sonunda babasının yaşadığını öğrenmenin mutluluğuyla, sarıldı babasına. Ondan başka kimsesi kalmamıştı hayatında, bu yüzden babasını kaybetmekten çok korkuyordu.
Derken tam bir hafta geçmişti depremin ardından. Kanayan yaralar yeni yeni kabuk bağlıyordu. Yaşanan can ve mal kaybı çok fazlaydı. Türkiye’nin dört bir yanından gelen yardımlarla, yeni bir düzen kurulmaya çalışılıyordu adeta. Aş evleri ve çadır kentler kuruldu her köşe bucağa. Babasıyla bir çadıra yerleştirilmişti, küçük kız. Enkaz altından bulduğu bir aile fotoğrafında, annesinin resmine bakıp bakıp onu öpüyordu. Babası ise gelen yardımlardan almak için meydana gitmişti.
Derken takvimler 9 Kasım’ı gösterdiğinde, Edremit’ten de bir deprem haberi gelmişti. Babasından başka kaybedecek kimsesi olmasa bile, tüyleri diken diken olan küçük kızın gözleri doldu. Daha 17 gün önce annesini kaybettiği 7,2 şiddetindeki deprem, bir film şeridi gibi gözlerinin önünde canlandı. Yaşanan acıların büyüklüğünü o da hissedebiliyordu minicik yüreğinde.
Kış giderek bastırmıştı. Kara kış, çadırda iliklerine kadar işliyordu. Gündüz aynı kaderi paylaştığı arkadaşları ile oynar, geceleri ise babasının kucağında ısınmaya çalışırdı.
Geçen gece küçük kız, birkaç çadır ötedeki arkadaşının bulunduğu çadırda uyuya kalmıştı. Babası onu almaya gittiğinde, uyandırmak istemedi. Kendi çadırlarına geri döndü, elektrikli sobasını açtı, kafasına battaniyeyi çekti ve derin bir uykuya daldı.
Sabah gözlerini açar açmaz babasının yanına koşan küçük kız, kaldıkları çadırın yanına geldiğinde simsiyah küllerden başka bir şey görememişti. Aklına gelen şeylerin, gerçek olmasından korkuyordu. Yakındaki ekiplerin yanına gitti koşarak ve durmadan babasını sordu. Sonrasında ise acı haberi aldığında oraya yıkılıvermişti. Küçük kız saatler sonra gözlerini açtığında, hastanede olduğunun farkına vardı. Hemşireye anneme- babama gitmek istiyorum diyerek, sarılıp ağlamaya başladı.
İyileştikten birkaç gün sonra yetiştirme yurduna yerleştirilen küçük kız, yeni hayatına alışmaya çalışıyordu. Yaşadığı acı dolu günleri bir an bile aklından çıkaramayan küçük kızın ağzından sürekli annesinin öğrettiği şu sözler dökülüyordu: “Derdimi seviyorum. Biliyorum ki, derdimi veren de beni seviyor, seven sevdiğinin nazını ölçüyor. Sevilen bu nazı çekmesinde neylesin.”
Etkileyici ve gayet içten bir yazı emeğine sağlık
Hhhhhh
Tebrikler güzel yazı
Tşkkr ederim.. kusura bakmayın yanlışlıkla dont like işaretledim.
Konu gerçekmi...
Tarihler, sayısal veriler ve yer adları gerçek ..